Mor Dayanışma İstanbul Sanat Komisyonu olarak izlediğimiz, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun sahnelediği ‘Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor’ oyunu, feminist edebiyatın önemli isimlerinden Sevgi Soysal’ın yaşadıklarını kendi ağzından anlatırken, eserlerinden ve dönemin Türkiyesinden kesitler sunuyor. Oyunun yolculuğunu, Sevgi Soysal’ı ve 25 Kasım’ı oyunun yazarı ve oyuncusu Duygu Dalyanoğlu ve Sevgi Soysal’ı oynayan Zeynep Okan ile konuştuk.

‘Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor’ 2 Aralık’ta Moda Sahnesi’nde, 20 Aralık’ta ise Sahne Pulchérie’de izlenebilir.

Sevgi Soysal’a dair bir oyun yazma fikri nasıl oluştu? İçinde bulunduğumuz siyasi sürecin buna bir etkisi oldu mu?

Duygu Dalyanoğlu: Biz BGST tiyatroda zaten belirli portreler ve biyografiler üzerine çalışıyoruz. Dolayısıyla bu doğrultuda geliştirdiğimiz bir yaklaşımımız ve anlayışımız var.

2017’de Zabel Yesayan üzerine yazdığımız Zabel adlı bir oyunumuz var. Aysel Yıldırım ve benim yazdığım, yine ortak bir ekibin çıkardığı ve oyuncu kadrosunda da bu oyunla ortaklıkların olduğu bir oyun. Zabel Yesayan’ın bir kadın yazar olarak hikâyesi 1878-1936 arasını kapsıyor. Ve o oyun da tıpkı Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor gibi sadece Zabel Yesayan’ın hikâyesini değil, yaşadığı dönemi, dönemdeki dönüşümü anlatan bir oyun. Zabel’in hikâyesinin 1930’larda bitmesiyle birlikte, yeni kurulan Cumhuriyet’e geçtikten sonra neler olduğunun hikâyesi de bitiyor.

Zabel Yesayan’ın hayatının bittiği dönemde Sevgi Soysal’ınki başlıyor. Bu ne büyük bir tesadüf! 2019 yılında acaba Sevgi Soysal üzerine bu anlayışla devam edebilir miyiz diye düşünürken pandemi araya girdi ve oyunun 2023’te çıkabileceği belli olunca, Cumhuriyet’in 100. yılı tartışmalarının gündeme geldiği döneme denk geldi. Dolayısıyla oyun Sevgi Soysal’ın, Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilk kuşağa mensup olan bir kadının hikâyesini anlatacaktı hem de 100. yılda prömiyer yapacaktı.

Bu doğrultuda ekipçe bir araya geldik, Sevgi Soysal yazınını ve onun üzerine yapılan araştırmaları, incelemeleri okuyarak başladık. Genelde bizim üçlü bir akışımız oluyor; o kişinin hayat öyküsü, edebiyatı ve yaşadığı dönemi ele alıyoruz. Yazar, oyuncular, oyunun rejisi, yönetmeni, bu örnekte Aysel ve BGST Tiyatro’daki diğer arkadaşlarımızın katkılarıyla, neresi eksik, toplumsal bölümde ne yok, neler ön plana çıkmalı gibi sorularla kurguyu hep test ederek gittik. Dolayısıyla sorduğunuz ilk soruya gelirsek hem Sevgi Soysal’ın hikâyesi hem onun yaşadığı dönemdeki dönüşüm hem de bizim içinden geçtiğimiz süreç böyle bir oyunun ortaya çıkışını belirledi.

Sevgi Soysal’ın mücadelesi hem bir kadın hem bir yazar hem de bir sosyalist olarak siyasi ve kültürel bir hegemonyaya karşı var olma mücadelelerini kapsıyor. Oyunda da bu mücadeleleri bazen iç içe bazen ayrı ayrı izliyoruz. “Kişisel olan politiktir” şiarı ile Sevgi Soysal’ın kişisel yaşamındaki paralellik feminist mücadele açısından örnek olacak nitelikte. Oyunun kurgusunu, bakış açınızı nasıl belirlediniz? Nasıl bir yol izlediniz?

Zeynep Okan: Aslında kurguda oyunu birkaç sahneye böleceğimiz belliydi. Oyunu tartışırken, Sevgi’nin hayatındaki mihenk taşlarını ve o dönemde Türkiye’de önemli olan olayları çıkarttık. 

İlk sahne Cumhuriyet’in 25. yılına denk geliyor. Çocukluğunu, yaşadığı ortamı, ailesini, sınıfını ve “Kapıcı Kızı” karakteri üzerinden sınıf çatışmasını gösterelim, oradan da sınıfsal olarak Türkiye’ye dair bir tartışma yapalım diyerek ilk sahneyi seçtik.

İkinci sahne genç kadınlığını ama özel hayatında sıkışmışlık yaşadığı bir dönemi anlatıyor. Yazar olmaya çalışıp, genç bir kadın yazar olarak karşılaştığı sorunları başka bir genç kadın yazarla tartıştığı ve kendi özel hayatına dair sıkışmışlığını anlattığı bir sahne yapalım dedik. Bu dönem de tam 1960’daki yeni anayasa tartışmalarına denk geliyordu.

Yani aslında sahneleri “Sevgi kişisel hayatında nerede? Türkiye nerede? Bunlar nasıl çatışıyor ve nasıl birbirlerini etkiliyor?” soruları üzerinden belirledik. Bunları da Sevgi Soysal’ın 40 yaşında kansere yakalandığı ve tedavi olmak için gittiği Londra düzlemi üzerinden kurduk.

Duygu Dalyanoğlu: Hayatının sonuna gelip muhasebe yapma hâli, aslında Cumhuriyet’in 25 yılının ya da izleyici açısından da 100 yılın muhasebesine de imkân sağladı. Buna ek olarak Sevgi Soysal zaten bu muhasebeyi yaşarken yapabildiği oranda yapmış biri. Örneğin, hapishaneden çıkar çıkmaz anılarını yazan; tatile gittiği İmroz’da gördüğü çıkarmayı kimse yazmazken yazan; Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde, Ankara Kızılay’da bir film objektifine girebilecek farklı sınıflardan, farklı cinsiyetten insanları yazan, zaten yaşadıklarına eleştirel gözle bakan birisi. Dolayısıyla işimiz o anlamda biraz kolaydı.

Bu oyunun Sevgi Soysal belgeseli olmak gibi bir iddiası yok. Eksik bıraktığımız edebî eserleri ya da hayatına dair bazı detaylar eksik olabilir. Bizim anlattığımız, bugünden gördüğümüz ve bugüne konuşan bir Sevgi Soysal; oyunu böyle bir denge içerisinde tutmayı tercih ettik diyebilirim.

Sevgi Soysal’ın yaşadığı dönem aynı zamanda Türkiye’de belki çok görünür olmasa da dünyada ikinci dalga feminizmin yavaş yavaş yükseldiği bir süreç. Sevgi Soysal’ın hem sol ideolojiden hem de feminist hareketten etkilendiğini biliyoruz ancak bildiğimiz kadarıyla kendini “feminist” olarak tanımlamamış. Sizce Sevgi Soysal bugün kendini “feminist” olarak tanımlar mıydı? Onun yazdıkları bugünün toplumsal ve politik koşullarında sizce nerede konumlanıyor?

Duygu Dalyanoğlu: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu kitabında, oyunumuza da konu olan avluda spor yapma konusunda “feminist” kelimesi geçiyor. Sevgi Soysal avluda spor yaparak herkese ilham oluyor ve diğer kadınlar da avluda spor yapmak istiyorlar. Koğuş çok küçük, dışarı çıkıyorlar, Sevgi spor için kadınları organize ediyor. Ama sonra erkekler koğuşundan kadınlara, “Erlerin önünde spor yapmayın” deniyor. Bizim oyunda da geçtiği şekilde Sevgi de “Sizin kendi aklınız yok mu? Neden erkek aklıyla hareket ediyorsunuz?” diye soruyor kadınlara. Orada, “Bu görüşlerim feminist bulunuyor” yazmış.

Yani feminist tarafı, benim hatırladığım kadarıyla orada geçiyor. Ama evet, kendine o dönem “feminist” demiyor. Ama dememesinin sebebi, bizce, feminizme dair bir mesafesi olduğu için değil, ikinci dalga kadın hareketinin henüz örgütlü bir şekilde başlamamasıyla ilgili. Ama bu da tesadüf değil. Çünkü zaten karma yapılarda yaşananların, 68 ve darbe sonrası yaşananların içinden feminist hareket çıkacak.

İkinci dalga feminist hareketi kuran kuşak zaten Sevgi Soysal’ın kuşağı, Sevgi eğer yaşasaydı o tartışmaların içinde olacaktı. Dolayısıyla biz eminiz ki bu tartışmalara dair düşüncelerini yazardı.

Sevgi Soysal’ın kızı Funda Soysal ile oyun sürecinde çok mesaimiz oldu. Buradan da ona teşekkür ederim. O bir yazısında annesinin bazı dramaturjik seçimleri için “erken öten horoz” diyor. Feminist dramaturji için de biz aynısını kullanabiliriz. Birçok eserinde merkeze aldığı kadın karakterler, Yıldırım Bölge’den örnek verdiğim çıkışları zaten bizce feminist öncülleri işaret ediyor.

Zeynep Okan: Aynı zamanda çok da feminist bir hayat yaşamış. Feminizmin ilkelerini onun hayatında da görebiliyoruz.

Duygu Dalyanoğlu: Eserlerinin bugün hâlâ karşılık görmesinin bir sebebi de var. Bütün eserlerini okumadıysa bile birçok kişi Tante Rosa’yı biliyor. Tante Rosa çok güçlü bir eser, ama özellikle feminist okumalara hatta kuir okumalara da açık olduğunu görüyoruz. Çünkü o dönem için Tante Rosa‘nın hikâyesi aslında feminist öncüllere sahip. Dolayısıyla da feminist dramaturjiyi yapmaya alan açan bir edebiyatı ve yaşamı olduğu kesin ki biz bugün feminist tiyatro anlayışıyla bu oyunu üretebildik.

Bugünkü politik süreçte Sevgi Soysal’ı okumak, hem bireysel hem kolektif olarak kadınlar için sizce ne ifade ediyor?

Zeynep Okan: Bireysel bir yerden ifade edersem, ben ilk kez üniversite yıllarında Sevgi Soysal’ın iki eserini okumuştum ama gerilerde kaldı. Bu süreçte tekrar okudum ve eserlerin derinine inip tartıştığımızda gerçekten çok etkilendim. Sevgi Soysal’ın büyük ve beylik laflar kullanmadan bu kadar önemli şeyler söylemesi, gündelik şeylerden bahsederken politik ve doğru noktalara parmak basması çok güçlü bir özelliği. 

Ayrıca, yazdığı kadın karakterler bize günümüz için bence çok kıymetli şeyler söylüyor. Örneğin, bugün dünyamızın daraldığını hissediyoruz: Söz söylemekten daha çok çekiniyoruz, kendimize sansür uyguluyoruz, ne giydiğimize, dışarıda nasıl hareket ettiğimize fark etmeden daha çok dikkat ediyoruz. Bundan 10-20 yıl evvel pek çok mahallede dışarıda oturup çok daha rahat bir şekilde biralarımızı içer gülüşüp eğlenirdik. Mesela bu gitmiş hayatımızdan, hayatlarımızı ufaltıyoruz. Dolayısıyla böyle bir dönemde Tante Rosa‘yı okumak o kadar özgürleştirici ki… Orada sunduğu örnek ve o ufak karşı çıkışları… Ben Sevgi Soysal’dan kendinden ve doğrularından vazgeçmemek, cesaretini kaybetmemek, varoluşunla bile birilerine rahatsızlık vermek ve bundan vazgeçmemek gibi feyzler alıyorum.

Duygu Dalyanoğlu: Ayrıca, eserlerindeki ironi ve alay bence çok kadınsı bir şey. Mesela, feministler olarak bir olaya dair sözümüzü söylerken, ironi ve alayı kullanmak çok imkân açıcı oluyor. Sevgi Soysal bunu sizi ağlatacak bir yerden değil, kendi alaycı üslubuyla yapıyor. Ben bundan bir sanatçı olarak da bir kadın olarak da çok etkileniyorum.

Zeynep Okan: Sevgi Soysal’ın ironi ve alay kullanışına dair bir ekleme yapmak isterim. Son oyunlarımızdan birine Yıldırım Bölge’de onunla beraber yatan bir kadın geldi. Onunla oyundan sonra biraz konuşma imkânı bulduk. Bize, Sevgi’nin ironik hâlinin hapishanede onlar için ne kadar güçlendirici bir şey olduğunu anlattı: “Biz örgütlü kadınlardık; hapishanede bile o örgüt sınırları, talimatları, hiyerarşisi içinde hareket ediyorduk. Ancak Sevgi örgütsüz bir kadın olarak yani bireysel olarak oradaydı ve polislere, komutanlara tavrı o kadar zekice bir biçimde alaycıydı ki karşısındaki komutan, ‘bu kadın şimdi benimle dalga mı geçiyor?’ diye düşünür, kafası karışırdı. Bizi çok eğlendirirdi ve çok güçlendirirdi”. Sevgi hapisten çıktıktan sonra bu tavrı koğuştakilerde kalmış ve komutanlarla bu alaycı iletişimi onlar da kurmaya başlamışlar, bu durum keyiflerini çok yerine getirmiş. Çünkü bu ironi, “Siz bizi ezemediniz, biz aslında tam buradayız” demek ve Sevgi koğuştaki kadınlara öğretmiş bunu.

Bir kısmının gerçekte de yaşamış kadınlar olduğunu bildiğiniz farklı kadın portrelerini yansıtmak nasıl bir deneyim? Ekip olarak “Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” oyunu sizi değiştirdi mi? Dönüştürdü mü?

Zeynep Okan: Sevgi Soysal okumaktan, onun dünyasına girmekten, onun dünyasının bir parçası gibi hissetmekten bence hepimiz çok mutlu olduk. Sevgi Soysal’ı çok sevdik ve ondan çok feyzaldık diye düşünüyorum. Ayrıca, bu oyun sayesinde çok güzel insanlarla tanıştık, tanışmaya devam ediyoruz. Oyunu çıkarma sürecinde tanıştığımız ve bize Sevgi’yi anlatan insanlar oldu. Çok kıymet verdik ve çok zenginleştik onların da hikâyelerini dinledikçe.

Türkiye’nin bildiğimiz ama detaylarına hâkim olmadığımız bir dönemini bu sayede daha iyi anlamış olduk. Fakat benim için Sevgi Soysal’ı oynamak bir oyuncu olarak zaten çok büyük bir mücadeleydi. Aynı zamanda da çok güçlendirici, oyuncu olarak da kendimi çok iyi hissettiren bir deneyim oldu. Ona gerçekten büyük bir hayranlık besliyorum, ona ihanet etmeden oynamaya çok özen gösteriyorum.Tabi ki oynadığım Sevgi Soysal’ın yüzde yüz, kesin bir reprezantasyonudur diyemem. Fakat en azından onun hayattaki temel duruşuna, temel ilkelerine, kişiliğine, karakterine çok ihanet etmeyen bir şey yapmak için çok uğraştım, uğraşıyorum. 

Duygu Dalyanoğlu: Oyunda tabi ki hiçbir karakter Sevgi Soysal kadar derinlikli işlenmiyor. Ama Adalet Ağaoğlu, Behice Boran gibi isimlere de daha sınırlı bir şekilde yer veriyoruz. Bu kadınları oynarken, yazarken veya nasıl sahneleyeceğimizi tartışırken aslında biz de çok şey öğreniyoruz. Çünkü onların hayatları, siz meraklısı değilseniz ya da edebiyat okumuyorsanız size öğretilmiyor. Zaten Sevgi Soysal’ın gelişkin bir feminist biyografisi de yok. Ama siz Nazım Hikmet’i yazmak, oynamak isteseniz, Oğuz Atay’ı oynamak isteseniz biyografilere çok daha kolay ulaşabiliyorsunuz. Bunu sadece karşılaştırmak için söylemiyorum.

Bir kadın bir dönem içerisinde nasıl önemli bir edebiyatçı, siyasi parti lideri vs. olabiliyor, nerelerden geçiyor? Hataları ne, başarıları ne, aymazlıkları ne? Bunları öğrenmek zaten sizi hem bir kadın hem de oyuncu olarak güçlendiriyor. Aramızda anne olan var, tek başına yaşayan var, hepimizin birçok kimliği var. Bu kimliklere de ilham oluyor. 

Biz aslında bir tiyatro oyununun sınırları içerisinde kendi gördüğümüz Sevgi Soysal’ı ya da Sevgi’nin hikâyesi içerisinde Adalet Ağaoğlu’nu, Behice Boran’ı – bu isimler tek başına oyunu, belgeseli yapılacak insanlar- anlatarak onların süreçlerinden geleceğe bir şeyler bırakmaya çalışıyoruz. Onların aydın olarak bıraktıklarını bizler de birer aydın ve feminist olarak anlatmaya çalışıyoruz, o anlamda da bizi güçlendiriyor.

Sevgi Soysal’ın anlattığı dönem, politik baskının özellikle fiziksel olarak görülebilir olduğu, birçok mekâna yayıldığı bir darbe süreci. Günümüzde ise bunu yeniden siyasal islam biçimindeki bir faşizmin kurumsallaşması süreci olarak, her an görünür olmasa bile yaşayış biçimlerimizde, düşüncelerimizi ifade edişimizde, medyayı kullanışımızda hissediyoruz. O dönemi oyuncu olarak sahnede anlatırken kendi yaşamlarınızda bu dönemin içinde yaşamanın size ve oyuna nasıl bir etkisi oldu?

Zeynep Okan: Biz Sevgi’yi tartışırken şunu sorduk: “Bu kadın neden hedef tahtası olmuş?” Çünkü bir şey yapmamış. Saçma sapan sebeplerle iki kere hapse atılmış, sürgüne gönderilmiş, kitabı yasaklanmış. Cumhuriyet’in makbul ailelerinin birinden gelmiş, iyi eğitim almış, “makbul vatandaş” görünümlü bir kadın aslında. Ama sonra anlıyoruz ki o kendi cesareti ve vicdanıyla gördüklerini, gördüğü yanlışları öyle güzel kaleme almış ki… Örneğin, Yürümek romanı bir hayvanla cinsel ilişki iması var diye toplatılıyor ve yasaklanıyor ama sonradan görüyoruz ki aslında çok büyük ihtimalle sondaki İmroz’da askerle karşılaşma sahnesi yüzünden radara giriyor.

Ben özellikle Sevgi’yi oynarken, bugün olsa Sevgi nasıl bir “makbul olmayan vatandaşa” dönüşmüş olur diye düşündüm. Sevgi’nin yalnızca gözdağı verme amaçlı tutuklu olduğu, “Duruşunla, söylediğin sözlerle ve varoluş şeklinle benim için bir tehditsin” denilerek tutuklandığını düşünüyorum. Karakteri ve yaşadıklarını anlayabilmek için, acaba, bu zamanın Gezi tutuklularına mı tekabül ediyor diye düşünerek bir paralellik kurmaya çalıştım. Bugün de cezalandırılmanız için illa kanunda yazan bir suçu işlemeniz gerekmiyor. Gözdağları çok fazla veriliyor.

Ama biz bu ülkede yaşamaya devam ediyoruz, Sevgi de yaşamaya devam etmiş. Hapisten ve sürgünden çıktıktan sonra, hastalandıktan sonra bile yazmaya devam etmiş. Gazetecilik yapmış, sendikal hareketleri görmüş. Onları yazmaya devam etmiş. Aslında doğru bildiği yolda yaşamaya devam etmiş. Bugüne bakınca biz de tiyatro yapmaya devam ediyoruz. Sözümüzü tiyatroyla veya bulunduğumuz ortamlarda söylemeye devam edeceğiz.

Duygu Dalyanoğlu: Oyun Cumhuriyet’in 50. yılında bitiyor. Sevgi Soysal’ın 50. Yıl Marşı’na cevaben yazdığı bir yazıdan esinle bitiyor ve onu Sevgi’nin marşa eşlik etmesi şeklinde duyuyoruz. Ben bu yazıyı kullanmak istediğimi en başından beri biliyordum galiba. “50. yıla girerken gerçekten müjdelerimiz mi var?” sorusu 100. yıla girerken de bâki. Sevgi Soysal’ın orada yaptığı Z raporu aslında bugün de geçerli. Bir de böyle bir paralellik kurmaya çalışıyoruz. Ama bunu karanlık bir yerden, içimiz sıkılsın diye yapmak istemiyoruz. Ya da o günden bugüne hiçbir şey değişmedi demek istemiyoruz. 

Bizim sormak istediğimiz aslında, Cumhuriyet kurulduktan sonra nasıl bir dönüşüm yaşadı? Bugünkü İslamofaşizm diyebileceğimiz düzenin temelleri nereden ve nasıl atıldı? 70 darbesiyle neler değişti, kimler gönderildi, yerine hangi kurumlar geldi? Sevgi Soysal’ın TRT’de çalışan biri olarak işinden atılması, TRT’nin geçirdiği dönüşüm ya da üniversitelerin geçirdiği dönüşüm, bunların hepsi aslında o dönemde başlayan dönüşümler. Bugünkü iktidarın temellerinin nasıl atıldığına dair bir portre çizmek istiyoruz. Bu arada Sevgi Soysal’ın yaşamı çerçevesinde bugünkü değişimin ve dönüşümün nereden başladığını görmek istiyoruz.

Buradan da aslında bir umut ve direnişi inşa etmek istiyoruz. Sevgi Soysal bu direnişi kendisi ölüme yaklaşırken bile yapabiliyorsa ya da karakterleriyle yaptıysa biz de bugün kendi bulunduğumuz yerden mücadeleye devam edebiliriz hissini uyandırmak istiyoruz. Hem bir paralellik hem de tarihsel bir akış ve dönüşümü göstermek istiyoruz. Hatta bunun olmadığını tespit ettiğimiz yerlerde müdahaleler yapıyoruz. Bu yaz, bir sezon oynadıktan sonra, oyun finalde nereye gidiyor, nasıl bir dönüşüm geçirmiş, her kesimi nasıl temsil ediyoruz, nasıl eleştiriyoruz, bunun üzerine de gittik ve gitmeye devam ediyoruz. Bizim için dramaturji yaşayan, dönüşen ve gelişen bir şey.

Son zamanlarda özellikle kadın oyunlarına bir hedef gösterme var. “Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” gibi bu kadar politik söz söyleyen bir oyunun yasaklanması ya da hedef gösterilmesine dair bir endişeniz var mı? Aynı zamanda 25 Kasım’a dair ne söylemek istersiniz?

Duygu Dalyanoğlu: Bence Türkiye’de sanat yapan kimse bundan azade değil. Ekipçe bir yere ya da turneye gittiğimizde orada işbirliği yapabileceğimiz, birlikte hareket edebileceğimiz yapılarla, bazen tiyatrolar, bazen sivil toplum kuruluşlarıyla dayanışma içinde olmaya çalışıyoruz.

Ama eğer bir gün yasaklanır ya da hedef gösterilirsek de bu konuda sözümüzü söylemekten çekinmeden bunu da duyururuz. Son yıllarda böyle bir şey yaşamadık. Bu arada sadece siyasi içerik değil, maalesef ekonomik yoksullaşma da oyunların önünde bir engel oluşturabiliyor. Bazen bir oyunu sırf ekonomik sebeplerle de yapamayabiliyorsunuz. Bu direkt bir sansürdür demek istemiyorum, ama bazı kamu kaynakları nereye aktarılıyor konusunu düşünürsek sizin oyunlarınız bazı yerlere hiç giremiyor bile. Dolayısıyla bu ülkede sanat yaparken buna hazırlıklı olmak ama oyunlarımızı çeşitli kurumlarla ve seyircimizle dayanışma içinde olarak sürdürmek istiyoruz.

Son birkaç ay içerisinde çok fazla kadının, çocuğun çok korkunç şekilde ölümüne ya da katledilişine şahit olduk. Bu tabii ki yeni bir şey değil. Bu hep vardı. Sevgi Soysal’ın zamanında da vardı. Ama buna önce kişisel olarak sonra da kurumsal yöntemlerle karşı çıkmak, İstanbul Sözleşmesi’ni savunmaya devam edebilmek ve bulunduğumuz yerlerde dayanışma ağlarını ve kız kardeşliği yükseltmek için bir vesile olarak görüyorum 25 Kasım’ı.

Zeynep Okan: Biz de 25 Kasım vesilesiyle üniversitemizde oynadık oyunumuzu. Gençlerle buluşmak, genç tiyatrocularla, genç kadınlarla buluşmak, bir arada olmak önemli; beraber olmanın verdiği güçle sözümüzü söylemeye devam etmek çok önemli. Bu bakımdan 8 Mart da 25 Kasım da çok kıymet verdiğimiz, içimizin kıpır kıpır ettiği zamanlar.

Duygu Dalyanoğlu: Yaşamakta ısrar edeceğiz. Bu söz galiba son birkaç aydır hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.

tr_TR