Neden Sosyalist Feminizm?



MOR DAYANIŞMA 2024 4. KADIN KONFERANSI “NEDEN SOSYALİST FEMİNİZM?” ÖNERGESİ

“Eğer kadının kurtuluşu komünizm olmadan hayal bile edilemiyorsa, komünizm de kadının tam kurtuluşu gerçekleşmeden hayal bile edilemez.”

Inesa Armand

Tarihimizi gün yüzüne çıkarmak, hafızalarımızı tazelemek ve bugünün, dünün bir parçası olduğunu anlamak açısından önemlidir. Kadınlar açısından, tarihe yeniden bakmak mücadelemizin gerekliliğini ve tarihsel ayaklarını, dayanak noktası ve eşiklerini bilince çıkarmamız, tarihten gelen öfke ve dirençle bugünü örgütlemek ve geleceği inşa etmek açısından da olmazsa olmazdır. 

Haritalar olmadan yola koyulmak tehlikeli ve korkutucudur. Eğer ilerlemek istiyorsak bilmeliyiz ki geçmiş, şimdinin parçasıdır ve bu yolda işaretlere ihtiyacımız var. Hangi yöne döneceğimize, neyi geride bırakıp neyi öne çıkaracağımıza ancak bu yol işaretlerisayesinde karar verebiliriz. 

Erkek Egemenliği/Patriyarka

İçerisinde yaşadığımız sistemi tarif etmek, ona isimler vermek, mücadelemizi, politik hattımızı ve duruşumuzu da belirler. Tartışmaya geçmeden önce patriyarka/ataerki kavramına yakından bakmamız gerekir. 

Kimi feministler ataerki demek gerektiğini söylerken kimileri patriyarkayı önerir. “Feminist literatürde erkek egemen toplumu işaret etmek üzere kullanılan bir kavram olan ataerki, kökeni kapitalizm öncesine uzanan, erkeklerin, kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde tahakküm kurduğu eşitsiz cinsiyet ilişkileri sistemini ifade eder.” (Yaman, 2012: 38). 

Patriyarka, İngilizce patriarchy kelimesinin okunuşunun Türkçeye uyarlanmış hâlidir. Sözcüğün anlamı: Babanın egemenliğidir. Bu kavram doğrudan babayı işaret eder ve tarihsel kökenlerini de kendiyle birlikte getirir. Ataerki ise bu kavramın Türkçedeki karşılığıdır. Türkçede “ata” kelimesinin ilk karşılığı “baba”dır. Buradan hareketle ataerki kelimesi etimolojik açıdan patriyarkanın anlamını karşılar.

Buradaki iki farklı kullanım tercihi, ataerkinin daha çok sosyolojik olarak kullanıldığı ve bir sistemi işaret etmediği yönündeki tartışmalardan kaynaklanır. Feminist literatürde iki kavram da kullanılmaktadır. Biz de burada “patriyarka” demeyi tercih ediyoruz.

“Kelimenin düz anlamıyla babanın egemenliği anlamındaki ataerki, farklı siyasi eğilimlerden feministler tarafından siyasi, iktisadi, toplumsal ve söylemsel yapılar aracılığıyla kadınlar üstünde kurulan eril tahakküme ya da kadınların; tekil ya da kolektif olarak erkekler tarafından ezilmesine atıfta bulunmak için yaygın olarak kullanılan bir kavramdır” (Sangari, 2015: 325).

Patriyarka erkek kadın ilişkilerinin içkin bir özelliği değil, farklı tarihsel koşullarda somut bir biçimde tanımlanması gereken somut bir olgudur (Ramazanoğlu 1998:6). Patriyarka, tarihin belli bir döneminde, diyalektik süreçler ışığında ortaya çıkmış bir sistemdir. Patriyarka, en genel tanımıyla, erkek egemenliğine dayanarak kadını boyunduruk altında tutan bir sistemdir. Toplumu şekillendiren temel hâkimiyet biçimlerinden biridir. 

“Eril tahakküm, tıpkı sınıf egemenliğinde olduğu gibi hem rıza hem de zor ile tesis edilir. Rıza; aile, din, ideoloji, kültür, dil, edebiyat, sanat, folklor, eğitim ve tüm diğer kültürel kurumlarla üretilirken fiziksel şiddet; erkek, polis, ordular, hukuk, mahkemeler tarafından uygulanır. İkisi arasında net bir ayrım yoktur. Örneğin aile rıza üretirken şiddet uygular. Diyalektik, bu türden bir sistemin çelişkilerle, iki cinsin bağımlı ve çatışmalı toplumsal ilişkileriyle karşılaşacağını öngörmektedir.” (Mojab, 2015: 16). 

Kadının ezilmişliği bir yandan dışarıdan bir baskı süreciyken öbür yandan kadınların içselleştirdiği bir durumdur. Aynı şekilde kadının ezilmişliği, düşünsel ya da soyut bir durum değil; maddi temelleri olan, tarihsel bir sorundur. Değişen aile ve toplum biçimi, erkek egemenliğini giderek kurumsallaştırdı. Bin yıllar boyu gelişen ve çeşitli aşamalar atlatan patriyarka, tarih boyunca çeşitli toplumsal sistemlerle de bazen çelişti, mücadele etti bazen de uzlaştı. 

Orta Çağ’da, feodal sistem ile uzlaşarak kadınları devlet ve kilise baskısı altına alan patriyarka, kapitalizmin gelişmesi ile günümüzdeki hâline evrilmeye başladı. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde yaşanan, ancak hâkim tarih yazımında adından neredeyse hiç söz edilmeyen, hatta mitleştirilen cadı avları bu dönemde önemli bir yere oturur. Cadı avları, erkek egemenliğinin kadınların emekleri ve bedenleri üzerindeki tahakkümünün yerleşmesi, meşrulaşması açısından önemli bir eşikti. Kapitalizmin gelişim sürecinde temel taşlardan birini oluşturan cadı avlarını görmediğimizde, kadınların ücretli işlerden dışlanmalarına ve erkeklere tabi bırakılmalarına neden olan yeni patriyarkal düzenin (artık feodal olmayan) temellerini fark edemeyiz. Bu süreç, bugün oluşan bu ayrımların henüz başlangıcındaki hâlidir aslında.

Kapitalizme geçiş sürecinde, kökleri gerilerden gelen patriyarka erkekler tarafından özel bir biçime büründürüldü. Bir zaman feodal düzenle uyuşan ataerki, yeni sistemle başlarda çatıştı. Kapitalizm elbette, kendisi de bir hiyerarşi düzeni olduğundan, var olan egemenlikleri yıkmak yerine onları kullanarak varlığını güçlendirmeyi tercih etti. Bu ama patriyarka ve kapitalizmin, karşı karşıya gelir gelmez anlaştıkları anlamına gelmiyor.

“Bu tarihsel süreçte kadın, erkek tarafından baskı altında tutulan, onun buyruklarına göre şekillenen ve onun belirlediği sınırların içinde yaşayan bir nesneye dönüştürülmüştür.” (Berger, 1972: 65).

Yüzlerce yıl süren cadı avları sonunda kadına karşı yürütülen örgütlü ve planlı şiddet, erkek şiddetini meşrulaştırmış, hatta hak saymıştır. Kadınların tarih sahnesinin gerisine itilmesi, oldukça kanlı ve zor yoluyla olmuştur.

Patriyarka ve Kapitalizm

“Erkek veya kadın olarak, kavramaya çalıştığımız nesnenin içinde yer alarak, eril düzenin tarihsel yapılarını algılama ve değerlendirmenin bilinçsiz şemaları biçiminde bünyemize katmış durumdayız; bu nedenle de eril tahakkümü düşünürken, kendileri de tahakkümün ürünü olan düşünme biçimlerine başvurma riskini taşıyoruz” (Bourdieu, 2018) 

Yukarıda giriş yaptığımız cadı avları, patriyarka ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi anlayıp kavramamız ve tarihselliğini görebilmemiz açısından oldukça önemli bilgiler veriyor.  Kapitalizme geçiş için kadınların güçlü toplumsal konumlarının yıkılması, her türlü hegemonya aracı devlet eline geçmeli, öbür taraftan da yoğun bir ilksel birikim süreci kesintisiz akmalıydı. Devletten bağımsız akan bütün hareketlerin yok edilmesi gerekiyordu.

“Kadınları cadılar olarak adlandırmak ve onlara zulmetmek, kadınların Avrupa’da ücretsiz ev içi emeğe kapatılmasının yolunu açtı. Ailenin içinde ve ötesinde erkeklere tabi olmalarını meşrulaştırdı.” diyor Federici (2018). Bu aynı zamanda kadına yönelik erkek şiddetini de meşrulaştırdı. İtaat etmeyen kadınlar “cadı” ilan edilmiş ve şiddete maruz kaldığında “hak etmiş” oldular.

“Kapitalizmin gelişme sürecinde üretimle yeniden üretim birbirinden ayrılıyor. Kapitalizmde üretici; özgür, bağımsız işçi ve yeniden üretimden sorumlu. Kapitalizm öncesi dönemde feodal derebeyi, yanında çalıştırdığı insanların yaşamlarının idamesini, onların beslenmesini kendi himayesi altında sağlardı. Kapitalizm bunu aile içinde sağlıyor. Peki bunu kim yapacak? Kadın yapacak! Bu, patriyarkanın kapitalizme sunduğu bir imkân. Sonuçta kadınlar kapitalizm öncesinde de “anneydi”, tüm emekleri erkeğe aitti, erkek kadının vasisiydi, çocukları ve karısı üzerinde “babalık hakkı” vardı” (Savran, 2019:73). 

Bu döngüden kurtulmak ve bu risklerle baş etme noktasında kullandığımız yöntem önemlidir. Biz burada, bütün bu sistemleri ve birbirlerine etkileşimlerini görebilmek adına en uygun yöntem olan diyalektik materyalist yöntemi kullanmayı doğru buluyoruz. 

“Erkek egemenliği, sistematik ve nesnel bir toplumsal ilişkiler ağıdır ve yaygınlığı, toplumsal ilişkilerin tamamını kapsayacak boyuttadır. Bu nesnel bütünlüğün düşünsel kuruluşunu mümkün kılabilecek bir feminizm ancak sözcüğün klasik anlamıyla maddeci bir yaklaşımla olabilir.”(Savran, 2004: 39). 

Buradan tekrar kapitalizmin gelişim sürecine bakacak olursak Marksizm’e de bakmak gerekecektir. Marksizm ve feminizm arasındaki çatışmaya, “mutsuz evliliğe” ve Marksistlerin feministlere, feministlerin Marksistlere eleştirilerine kısaca göz atmak gerekir. Bu kısma, feminizmleri açtıktan sonra aşağıda gireceğiz. 

Burada temel aydınlanma noktası, patriyarkayı ve onun kapitalizmle ilişkisini görmek. Yani farklı toplumsal ilişki biçimlerini fark etmektir. Ataerki, evrensel ve ideolojiktir. Kendine özgü bir sistematiği ve eğilimleri vardır. Tarihsel olarak kapitalizm, patriyarka üzerinden yükselmiştir. 

Kapitalizm ve patriyarka ne birbirinden ayrı ne de birbirinden tamamıyla farklı sistemlerdir. Bakışımlı iki sistemdir. Birbirinden beslenecek biçimde eklemlenmişlerdir. Bunlar birbirinden soyutlanamaz. Kapitalizm ve patriyarka “birbirine” bağımlı iki sistemdir. İkisinin de faydalandığı ortak nokta kadının karşılıksız emeğidir.

Patriyarka da kapitalizm gibi kurucu bir egemenlik biçimi ve ilişkisidir. Kadınların ev içi emeği görünmez kılınır, “sevgi” ilişkileri içerisinde yok edilir ya da değersizleştirilir. Çoğu zaman kadınların evdeki işleri “uğraş”tan öteye gitmez. Bunların yanında kadının yaşlı ve çocuk bakım emeği ve duygusal emeği de görülmez. Oysa kapitalizm, bunlar üzerinden çok büyük çıkarlar elde eder. Patriyarka da buradan nemalanır. 

Patriyarkal kapitalizmin üzerinde durduğu maddi temel, erkeklerin kadınların işgücündeki kontrolleridir. Ancak burada yalnızca bir emek sömürüsü yoktur. Aynı zamanda beden ve cinselliğe de el konmuştur.

“…ataerkil ilişkilerde ifadesini bulan kadınların ezilmişliğinin, sınıfsal sömürü ilişkilerinden ayrı bir özelliği olmakla birlikte, kapitalizmdeki sınıf ilişkileriyle yoğun etkileşimleri bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle kadınların ataerkil egemenlik ve kapitalizmdeki sınıfsal sömürü ilişkileri altında ezilmeleri birbirine dışsal iki olgu değildir; birbirine içsel olarak bağlıdırlar, ama aynı zamanda birbirlerinden ayrıdırlar. Bu ayrılık, göreli bir ayrılıktır, mutlak değildir.”(Jazayeri, 2015: 387).

“Eril düzenin gücü, kendi haklılığını ispat etmeye yeltenmemesinde görülür: Erkek merkezli görüş kendini yansız gibi dayatır ve onu meşrulaştıracak söylemlerde dile getirilmeye ihtiyaç duymaz.” (Bourdieu, 2018).

Feminist Mücadele

“Kadınların kendilerini eve bağlayan zincirleri kırabilmeleri için, bu zincirlerin nasıl örüldüğünü anlamak zorundayız.”

AnnOakley, TheSociology of Housework

(Ev İşinin Sosyolojisi, 1972, aktaran Bora 2008)

Feminizm, erkek egemen sistemin içerisinden çıkıp bu sistemi kadınların lehine değiştirmek, yıkmak isteyen kadınların, özgürleşme yolunda yarattıkları kadın hareketinin bütünlüklü politik ideolojisidir. Bu kadın hareketi, özgül bir ezilmeden doğru toplanır: Kadının bir cins olarak ezilmesi. Kadınlar, diğer her şeyden önce kadındır ve yalnızca bu yüzden ezilirler. Feminizmde bazı talepler çok belirgin bazıları ise daha karmaşıktır. Var olan dünyanın reddedilmesi ve yeniden inşasına yönelik kolektif iradedir. Yani, feminist mücadele içerisindeki kadınlar, yalnızca ezilmiş olmaktan, bunun yarattığı “mağduriyetten” kaynaklı, can havliyle yan yana gelmezler. Aynı zamanda, bu sistemin değişmesi için de adım atmış olurlar. Feminizm erkek egemenliğine yönelik, yüksek sesli bir itirazdır ve onun dayattığı bütün olgulara karşı durur. Örgütlü, yan yana bir erkek egemenliği hiyerarşisi altında tek tek ezilen kadınların topyekûn kurtuluşunu hedefler. 

“Feminizm kadınları bir grup olarak kabul edip, onların çıkarlarını saptamaya ve takip etmeye çalışır… Feminizmin zemin arayışı, tüm kadınların aynı olduğu şeklinde dayatılan yalana karşı, tüm kadınların birlik olduğu gerçeğini bulma çabasıdır” (MacKinnon, 2015).

Feminizm, bireysel olarak kadınların tek başına giydikleri bir “kıyafet” değil; o kadınların özgürlük arayışının politik ideolojisidir. Feminizmi, kadın hakları söyleminin altına sıkıştırmak mümkün değildir. Evet, feminizm kadınların tekil kazanımlarını da hedefler ve tek tek kadınlara “Babadan, kocadan bağımsızlaşın” der. Ancak bunu yaparken “bireyciliği” savunmaz. 

Tek tek hakların kazanılması önemli, acil ve yaşamsaldır. Hedeflenip kazanılan hakların sürekli korunması elzemdir. Feminizm bunun yanında ve asıl olarak, erkek egemenliğini yıkma hedefine doğru ilerler. Stratejik hedefi budur. 

“…feminizmi, “kadın sorunu” nu çözme girişimlerinden, kadın-erkek eşitliği konusunda çeşitli “çözüm önerileri” geliştirmekten farklı bir yerde konumlandırmaya çalışıyoruz. Feminizmin politik bir hareket olduğunu, belli bir egemenlik ve iktidar ilişkisini hedef aldığını dile getiriyoruz. Böyle bakıldığında, feminizm, “kadın çalışması” ya da benzeri tanımla, başka herhangi bir politik hareketin programına bir alt başlık olarak eklenemez.” (Savran, 2011).

“Feminizmi 90’ların belirleyici yaklaşımlarından biri olan post-yapısalcı etkiyle tek bir biçim ve tek bir yönelim olarak ele aldığımız takdirde, bu fikre daha çok yaklaşırız. Fakat feminizm, kadın kurtuluş mücadelesinin tek, biricik ve kalıplaşmış mücadelesi değildir. Farklı yönelimleri olan, farklı anlayışlarla şekillenebilen bir yöntemi barındırır.” (Çınar, 2019).

Bir kadının, feminizmin bilinçli derinliklerine adım atması demek “bilmediğini” kabul etmesidir. Aynı anda “öğretilmediğinin” de farkına varır. Ve bu ikisi onu mücadeleye çeker. 

Feminizm, kadınların konumunu, kadınlar lehine değiştirmek için verilen bireysel-kolektif çabadır. (Stella Ovadia, ) 

Bütün kadınların feminizm deneyimleri farklı olacaktır elbette. Ama bu, feminizmi kadınlara göre değiştiren, eğip büken, biçimsiz, hedefsiz, bireysel bir ideoloji yapmaz. Feminist olmak kadınları sevmektir, evet. Diğer kadınları tanımak, keşfetmek, anlamak, onlara dokunmaktır. Bu arayış kendiliğinden gerçekleşmeyeceği gibi, feminizm yalnızca bu da değildir. Feminizm, kadınları ve erkekler lehindeki sistemi değiştirme hareketidir. Bir yandan kendini var ederken öbür yandan egemenlikle savaşmaktır. 

“Dayanışma, hem bireysel öz bilinç aracılığıyla gerçekleşen hem de bireysel öz bilinci dönüşüme uğratan bir ortaklaşa bilinç olmak zorundadır.” (Rowbotham, 2000). Örgütlü ve kurumsallaşmış erkek egemenliğine karşı kolektif bir mücadelenin ideolojisidir feminizm. 

Bugüne gelelim ve kadın hareketinin tüm dünyada yükselişte olduğunu tespit edelim. Bugün kadın özgürlük mücadelesi, dünyanın her yerinde çok çeşitli bileşenlerle hareket ediyor; birden fazla talep etrafında ortaklaşabiliyor. 

Kimi yerde kürtaj hakkı, kimi yerde eşit işe eşit ücret talebi, ücretsiz sağlık hizmetleri, güvenceli iş, kadın cinayetlerinin son bulması, ev içi emeğin görünür olması gibi talepler öne çıkmaktadır. 

Talepler kadınlara yönelik ikinci cins politikalara karşı ortaklaşabilir. Fakat bu taleplerin yükseldiği zemin sadece feminizmden beslenmiyor. Yanı sırakadın hareketinin tüm bileşenleri feminizmi benimsemiş değil. Feminizmin eskiye oranla kadın özgürlük mücadelesi içerisinde ciddi bir ağırlık ve belirleyicilik kazandığını, örneğin kadın grevleri ile başlayan sürece yön verdiğini söyleyebiliriz. Fakat henüz bir bütün olarak dünyadaki kadın hareketlerine hâkim ideoloji diyemeyiz. 

Feminizm; kadınların ezilen, erkeklerin ezen olduğu, patriyarkal bir sistem tahlili yapar ve bu sistemi yıkmayı hedefler. Bu yönüyle sadece kadın erkek eşitliğini hedefleyen ve burayı öne çıkaran kadın hareketinden ayrılır. Salt bir eşitlik mücadelesini veya adalet anlayışını içermez. Dolayısıyla kendini, kadının kurtuluşuna başka ideolojik formlarla ilerleyen yönelimlerden ayırır. Elbette bunları da kapsayabilecek bir gelişmişliği vardır. Kendi içerisinde gelişen farklı yorumları -sosyalist feminizm, anti-kapitalist feminizm, liberal feminizm, radikal feminizm vb- onu böylesi bir kapsayıcılığa evriltmiştir. Bu da yükselen kadın özgürlük mücadelesine feminizmin öncülük edebileceği anlamı taşıyor. Farklı feminizmlerin ve feminist olmayan diğer yaklaşımların bir arada durma, ortaklaşma, eleştiri ve özeleştiri kabiliyetleri, hareketin bugünden yarına gelişimini belirleyecek esas belirleyenidir.

Feminizmler

Kadınların, ezilen bir grup olarak ezilme bilinçleri, 1789 Fransız Devrimi sırasında safların önünden yükselen “eşitlik” ve “özgürlük” taleplerinde kendini açığa çıkarmıştır. O dönemde öne çıkan Olympe de Gouges, “Kadın Hakları” bildirisini yayımlar. Kadınlarda, dönemin Fransa’sının tamamında yaşanan uyanış ve arayış yeşermeye başlar.

Daha sonra 1792’de Mary Wollstonecraft ilk feminist klasiklerden sayılan “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” kitabını yazar. Kitapta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni temel alan Wollstonecraft, kitap boyunca toplumsal normlara baş kaldırır ve eşitliği savunur. Kadınların eğitimden uzak tutulmasının, erkek egemenlerin işine yaradığını söyler ve buna karşı çıkar. Bunu şöyle dile getirir: 

“Kadının ufkunu genişleterek güçlendirin aklını; körü körüne itaat sona erecektir; ancak, iktidar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta tutmaya çalışırlar kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak.”

“Kadın eğitiminin özü, en iyilerini duygusal ve kararsız, diğerlerini ise içi boş ve değersiz yapmaya yöneliktir. Eğitime daha övgüye değer bir amaç yüklenirse, kadınların doğaya ve mantığa yaklaşmaları sağlanabilecek ve böylece onlar, daha erdemli ve işe yarar hâle gelerek, saygınlık kazanacaktır.”

Ancak bundan kısa bir süre sonra kadınların toplanmaları, eylem ve etkinlikleri yasaklanmıyoryasaklanacak, de Gouges idam ediliyor Bu tarihsel uyanış elbette burada noktalanmıyor. 

Tarihsel materyalist yöntemlerle ele aldığımızda feminizmi keskin dönemlere, dalgalara ayırmak doğru olmaz. Ancak feminizmin hangi tarihsel duraklardan geçtiğini ve nasıl ilerlediğini, hangi dönemde neye odaklandığını anlamak için feminizme, diyalektik ve iç içe ilerleyen bir tarihsellik olduğunu da bilerek, dalgalar halinde yaklaşmak işimize yarar. Feminizmde dalgalar tarifini ilk defa yapan Julia Kristeva olmuştur, daha sonra feminizmin tarihini dalgalar hâlinde ele almak kabul görmüş ve bugüne kadar dönüşerek gelmiştir. 

Bu ilk kitaplar ve hak talepleri, feminizmin ileriki süreçleri için tarihsel bir ön koşul oluşturmuştur. 19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında kadınlar, özellikle ABD ve Avrupa’da, hak talepleri çevresinde yan yana gelmiş, örgütlenmiş, temelde oy hakkı üzerinden birleşen kadınlar birinci dalga feminizmin de adımlarını atmışlardır. Sufrajetler olarak anılan bu kadınlar, oy hakkından boşanma hakkına, çocuk velayetini alma hakkından eğitim alma hakkına kadar birçok kazanım elde ederler. Ayrıca tarihte ilk defa açlık grevini bir yöntem olarak kullananlar da onlardır. Oy hakkı bu dönemin temel taşıdır. Birinci dalgada konular genellikle vatandaşlık ile sınırlı kalsa da oldukça önemli katkıları olmuştur. 

Ancak kadınların ataerkil düzen içerisinde burjuva erkek egemen hukuk anlayışıyla sadece oy hakkı elde ederek baş edemeyeceği açıktı. Birinci dalga feministlerin çoğunluğu, sorunun kaynaklarına inmeden, yüzeyde görünen sorunlara karşı çıkmıştı. İlk oy haklarının kazanılmasıyla yaklaşık aynı dönemlere denk gelen birinci paylaşım savaşı ile birlikte feminist hareket zayıfladı. Ama talepler ve erkek egemenliğine karşı öfke devam etti. 

1960 yılından sonra kendini gösterecek olan ikinci dalga feminizm ise, oy hakkının ötesinde bir sistem eleştirisi yapmasıyla birinci dalgadan ayrılır. Bu dalgada, feministler elbette oy hakkı gibi kazanımların devamını ve korunmasını talep ederler. Ama bu dönemde başka sorunlar da tartışılmaya başlanır. Bunlardan birkaçı: özel alan, cinsellik, kürtaj, beden, şiddet…

Bu dalganın öne çıkan şiarı “Özel olan politiktir.” Bu şiarı yol işareti olarak kabul eden kadınlar, bulundukları her yeri, yaşadıkları her şeyi tek tek sorgulamaya konuşmaya başlarlar. Bilinç yükseltme grupları bu döneme damgasını vurur ve bütün bir feminist harekete derinlik katar. 

İkinci dalga içindeki gelecek perspektifi farklılığından kaynaklanan başlıca feminizm anlayışları liberal feminizm, sosyalist/Marksist feminizm ve radikal feminizm olarak sınıflandırılabilir. Siyasal düzlemdeki bu temel ayrımlara anarşist feminizm ve eko-feminizmi de eklemek gerekir (Savran, 2004). İkinci dalgadaki bu farklı akımlar birbirleriyle etkileşim içerisindeydiler. 

Feminist mücadelede ideolojik farklılıklara yol açan temel mesele ev içi emek ve ataerkiye yaklaşımdır. Radikal feminizm de tam bu dönemin sokak eylemlerinde kendini var eder. Radikal feminizmde sistemin kendisi cinsiyetçi bir bakış açısına sahiptir ve toplumsal iktidar ataerkil politikalar üzerine kurulmuştur. Radikal feministler toplumsal iktidarın ve egemenlik ilişkilerinin gündelik yaşamda kurulduğu varsayımını ortaya atarak bu konunun önemini vurgulamışlardır (Binark, 1992:65).

Simone de Beauvoir (önceleri kendini feminist olarak tanımlamaz), Shulamith Firestone, Valerie Solanas radikal feminizmin önemli isimlerindendir. Simone’un “Kadın doğulmaz kadın olunur.” cümlesi bütün bir ikinci dalgayı etkilemiştir. Birinci dalgada sorgulanmayan şeylerin de üzeri açılmaya başlar.

Radikal feministler kadının ezilmişliğinin, bastırılmışlığının temellerinin ortaya çıkarılmasına, kamusal alanın kadınlara açılmasına çalışırlar. Bunun köklerini ataerkil sistemde ararlar ve baş düşman olarak “erkek”i işaret ederler. Eşitsizliğin köklerini yeniden üretim ilişkilerinde ve özellikle ailede ararlar. Radikal feministler de sosyalist-Marksist feministler gibi sorunun, düzen içerisinde yapılan değişikliklerle düzelmeyeceğini, çözülmeyeceğini söylerler.

Feministler, uzun vadede sistemi tamamen değiştirmeyi hedeflerler ama yaşamı da bugünden yeniden kurma yolunda adımlar atar, buna katkı sunacak kazanımları kovalarlar. 

İkinci dalgada feministler, görünmeyenlerin perdesini kaldırır ve “özel” olanı, “özel” ilan edileni politikaya çevirirler. Kadınların ev içi emeğinden, beden politikalarına, kürtajdan cinselliğe kadar her şey konuşulur bu dönemde. O güne kadar doğal görülen her şey yerle bir edilir ve aslında bir tahakküm ilişkisinin parçaları olduğu açığa çıkarılır. 

“Öte yandan, ikinci dalga feminizmin bir ilkesi de erkeklerden ayrı örgütlenmek ve faaliyetlerinin büyük bölümünü erkeklere kapalı olarak sürdürmektir. Ezilenlerin kurtuluşunun ancak kendi mücadelelerinin eseri olacağı bilgisinden hareketle geliştirilen bu ilkeyle, hem erkeklerin kadınlar adına konuşmasının önü alınmış olur hem de bizzat mücadele süreci kadınların kendilerini dönüştürdükleri bir süreç haline gelir” (Savran. 2004).

60’lı yıllarda açığa çıkan radikal çıkışlar içerisinde aktif sol örgütlerin içerisindeki kadınlar, bir yandan da kendi “özel” sorunlarını bu politik alana taşıma mücadelesi veriyorlardı. Böylece kendi öz alanlarını inşa etmeye, karma örgütlerden ayrılmaya başladılar. Örgütlenmelerin sınırlı ve sekter hattı burada etkiliydi. 

“Kadınların karşı karşıya olduğu baskı “özel” hayatın “kişisel” olarak nitelenen alanlarında gerçekleşir. Burayı siyasete sokmak ve bunun politik olduğunu vurgulamak kadın hareketine ivme kazandırdı.” (Rowbotham, 1984).

Şunu unutmamak gerekir ki “sabit” bir feminizm yoktur. Feminizm çeşitli ve çok yönlüdür. 

Radikal feminizm, feminist hareketin tamamını etkilemiş ve dönüştürmüş, bugün de hâlâ bu etkisini ve etkileşimini sürdüren bir harekettir. Kadınların ezilmişliğini ele alış biçimi açısından, mesela bunu bir sistem olarak görme ya da görmeme gibi, ayrışan feminist hareket içerisinde bugün hâlâ çok çeşitli ve farklı yorumlar var. 

Bizler, tarihsel diyalektik bir metot ile ele aldığımız kadının ezilmişliğini, yine aynı yöntemle feminist ideolojiyle buluşmasını savunuyor ve bu anlayışla anti-kapitalist, sosyalist bir feminizmi benimsiyoruz. Bu noktada her şeyden önce, feminizmin neden anti-kapitalist olması gerektiği konusunu açabiliriz. 

Anti-Kapitalist Bir Feminizm

Kapitalizm, patriyarka ile dönem dönem çelişse de şu an kısmen uyum içerisindedirler. Kapitalist sistem, kendi krizlerinin içerisinde en çok patriyarkaya sırtını dayamaktadır. Kapitalizmin krizleri derinleştikçe patriyarka da güçlenir ve uzlaşı zeminleri devam eder.

Gülnur Acar Savran (2008) “Kapitalizm, önündeki yeni açılımları büyük bir bölümüyle patriyarkanın ona sunduğu olanaklarla, yani patriyarkal kapitalizm olduğu ölçüde oluşturuyor. Daha da önemlisi, patriyarkayı kullanırken, onun kendisine sunduğu bu olanaklardan yararlanırken erkek egemenliğini yeniden-üretiyor. Bu söylediğim doğruysa, o zaman kadınların kurtuluşu mücadelesinde yalnızca ‘ilk neden’e –patriyarkaya- karşı çıkmak yetmez; kadınların kurtuluşu için, onu yeniden-üreten kapitalizme de karşı çıkmak gerekir.” der. 

Kapitalizm ayakta kalırken kadınların her şeyinden karşılıksız olarak faydalanır. Cinsiyetçi işgücü, esnek çalışma koşulları, fuhuş, artan hizmet sektörü çalışmaları, göçler ve bakım işleri üzerinden kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde söz sahibi olur.

Dolayısıyla anti- kapitalist olmak, feminist mücadele için olmazsa olmaz bir ilkedir. Feminist mücadelenin büyüyüp yayıldığı yıllarda, kapitalizmin, bu mücadelenin büyümesinden rahatsız olarak hamleler atması olası ve hayatidir. Kapitalizm, kendi çıkarları yolunda bir yandan feminizme karşı mücadele ederken öte yandan onu siyasal zemininden koparmaya çalışır. Bu, feminizmi bireysel özgürlük mücadelesi şeklinde yansıtır. Oysa feminist mücadele, kadınların konumlarını toplumun kalanıyla eşitlemek için verilen, sisteme karşı olan bir politik harekettir. Kadın ezilmişliği sorununa kapitalizm içerisinde nihai bir çözüm yoktur. 

“Tüm kadınları özgürleştirmeyi amaçlayan bir feminizm anti-kapitalist olmak zorunda. Liberal, kapitalizm yanlısı feminizmler, en iyi ihtimalle yönetsel pozisyondaki küçük, ayrıcalıklı bir kadın toplamını güçlendirebilir. Feministler olarak sayısız ve radikal bir hâle gelsek de toplumu kendimiz değiştiremeyiz. İhtiyaç duyduğumuz köklü yapısal bir değişiklik ancak geniş çaplı bir anti-kapitalist ittifakla sağlanabilir. Bu ittifak aynı zamanda radikal hareketleri ve şu ana kadar toplumsal cinsiyete önem vermemiş siyasi partileri de içermeli. Radikal çevrecilerle, ırkçılık karşıtlarıyla, göçmen hakları hareketleriyle, işçi sendikalarıyla ve diğerleriyle birlikte hareket ettikçe onları bu ittifakı kurmaya zorlamalıyız. Bu feminizmi de gerçekten özgürleştirmenin tek yolu”(Fraser,2019).

Marksizm-Feminizm 

Yeni bir dünya yaratmaya eskisinden başlarsınız elbette. Bir dünya bulmak için başka bir tanesini kaybetmeniz gerekir belki de. Belki de kaybolmanız gerekir. Yenilenmenin dansı, dünyayı yaratan dans, hep bir şeylerin kıyısında, eşiğinde, sisli sahilde edilirdi. (Ursula K. Le Guin, Dünyanın Kıyısında Dans, İthaki Yayınları, 2018, sf. 84)

Kurtuluşumuzu nerede ararız? Bu, önemli bir tercihtir. Çünkü buna göre konumlanır ve savaşırız. Bu noktaya kadar, kadınların ezilmişliğinden ve buranın üzerinden yükselen feminist hareketten bahsettik. Bütün bu feminist hareketlerin en nihayetinde anti-kapitalist olması gerektiğinin altını çizdik. Ancak, kadınların kurtuluşu için anti-kapitalist bir duruş yeterli midir? Bütünlüklü bir sistem değişikliği olmadan, kadınların özgürlüğü ne kadar mümkündür?

Bu noktada sosyalist feminizm nedir sorusunu sormadan önce, sosyalist feminizmin de kendi içerisinde farklılıklar gösterdiğini bilmemiz gerekir. Bugün kendisine feminist ya da sosyalist feminist diyen kadınların bazıları ikili sistem tahlili yaparken bazılar asıl olanın kapitalizm olduğu noktasına vurgu yapıyor. 

Yukarıda belirttiğimiz Marksizm-feminizm “ikiliği” konusuna burada değineceğiz. Zira aradaki “tire” işareti, olduğundan çok daha büyük tartışmaları taşımaktadır. Hem Marksizm içerisindeki kadınlara, feminizme bakmak hem de feminizm içerisindeki Marksizm’e bakmak işimize yarayacaktır. Kadın grevlerinin tüm dünyada kapitalizme parmak salladığı şu günlerde Marksizm ile nasıl bir ilişkimizin olacağı elzemdir. Peki ama Marksizm’de kadın nerededir?

Bugün, kapitalizmin uzun zamandır içerisinde olduğu yapısal kriz ve insanlığa dayattığı sefalet düzeni tekrar Marksizm’e yönelmeyi zaruri kılarken, bu yönelmeyi kadınların özgürlüğü bağlamında ele almak önemlidir. Zira Marksizm, insanlığın tümüne kurtuluş perspektifi sunan bir ideolojidir.

Peki, iki ana özgürleşme projesi olan Marksizm ve feminizm arasındaki mesele nedir? Bu tartışma elbette yalnızca teorik eksenli değil. Pratikte, sosyalist bir dünyada kadınların konumu konusundaki tecrübelerden de alınan dersler var. 

“Burada Marksizm-feminizm arasındaki tire işaretini kaldırmak, onları birbirinden koparmak değil. Aksine bu iki temel bilgi, mücadele alanı ve iki kurtuluş ufku arasında daha yapıcı ve sağlam bir ilişki kurmak (…) 1917 Rus Devrimi’nin ardından Lenin’in Sovyet hükümeti tarafından kadınlarla erkelerin tam eşitliğinin hemen tanınmasının, bir gecede hukuk alanının dışında, yani toplumsal ve ekonomik alanda, eşitliği getirmeyeceği konusundaki ısrarlı vurgusu önemlidir.” (Mojab 2018:36).

Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih (2004) kitabında, Marksizm’in cinsiyet körü olduğunu söyler. Bunu Marks’ın toplam yeniden üretim süreci tahliline dâhil edilmeyen iki şey üzerinden kurar: Birincisi, hâlihazırda faal olan emek gücünün yeniden üretimidir. Başka türlü söyleyecek olursak işçilerin bireysel tüketim süreçlerini, ücretleriyle aldıkları geçimlik malların tüketilebilir hâle gelmesi için harcanan emeği tahlil dışında tutar. Kapitalizmin tahlilindeki diğer kör nokta ise insanların üretimi, gelecek kuşakların doğurulması, bakılması, yetiştirilmesidir. Aynı zamanda Savran, ekonomi fetişizmi aşılmadan da karşılıksız ev emeğinin ortadan kalkmasının mümkün olmadığını söyler. 

“Kapitalizmin özgün yapısı ve dinamiklerini kavramak için gerekli olan kavramların uygun bağlamlarda kullanılmaları başka şey, bunların, kapitalizm dışı toplumsal biçimleri görünmez kılacak biçimde genelleştirilmeleri başka şey”. (Gülnur Acar Savran, 2004: 29)

Marksizm’e yönelen eleştirileri de dikkate almak gerekiyor. “Cinsiyet körü” ifadesinin ağırlığı tartışılabilir, fakat basitçe cinsiyet körü deyip geçmek yerine Marksizm’in emek ve kapitalizm tanımlarında, açıklamalarında kadının konumlanışını ayrıntılandırmak, eksikleri tespit etmek ve yine de yola Marksist kuramdan doğru çıkılacaksa ona feminist bir yorum getirmek daha hakkaniyetli ve işe yarar bir yaklaşım olacaktır. 

Burada emek fetişizmine düşmek, kadınların özgül sorunlarını göz ardı etmek anlamına gelecektir, dikkat etmek gerekir. Kadını sadece işçi sınıfı içerisinde değerlendirmek eksik olacaktır. Feminizmi içeri alan bir Marksizm’i bugünün koşullarında “tazelemek”, sosyalist feminist hareketin görevidir.

Yanı sıra Marx’ın birçok kaynakta kadınların tarihsel konumlarına dikkat çektiğinin de altını çizmemiz gerekir. Engels’in Morgan’ın izinden giderek yazdığı “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabından yıllar sonra ortaya çıkan ve Türkçeye çevrilen Marx’ın Etnoloji Defterleri aslında Marx’ın bu konuyla ilgili derinlikli çalışmalara başladığını gösteriyor. Kimi yerlerde eksik ve yüzeysel olsa dahi Marx’ın fikirlerinin, bazı yerlerde çoktan feminist kurama olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Marksizm’e yönelik eleştiriler yaparken bu önemli verileri de dikkate almak elzemdir. Marksizm’i topyekûn mahkûm ederek değil, onun açtığı eşsiz yola kendi ışıklarımızı da koyarak yaklaşmamız önemli. 

“Tamamlanmamış bir metin olsa da Etnoloji Defterleri feminist kurama bir katkı olarak duruyor. Ataerkinin ve ilk toplumsal baskının kökenine ilişkin ipuçları sunduğu gibi, toplumsal değişimi kadınların konumunu dahil ederek ele alırken, kadınların toplumsal konumundaki dönüşümü yarattığı toplumsal etkilere dikkat çekerek inceliyor. Bu yanıyla defterler, toplumları incelemeye yönelik bütüncül bir yöntem geliştirmede atılmış ilk adımlardan biri.” (Yaman, 2018). 

Feminist mücadele içerisinde ulaşmak istediğimiz özgürlüğü kazanmak için Marksizm’e ihtiyacımız olduğunu düşünüyorsak Marksist kaynakları bu gözle okumak, gereken yerlerde eleştirip derinleşmesini sağlamak, feminist ideolojinin biriktirdiklerini Marksizm’le paylaşmak bütünleştirmek gerekiyor. Kaba bir Marksist söylem veya anti kapitalist olmayan bir feminist söylem, ufkumuzu daraltmaktan başka kadınların kurtuluşu için bir araç olmaya oldukça uzaktır.

Sosyalist Feminizm

Kapitalist düzende kadın olarak doğmak son derece özgül bir durumdur. Kadınların toplumsal durumu ve kadın olmayı öğrenişimiz yalnızca bize özgüdür. Kadınların ezilmişliği sınıfsal ezilmişlikten farklıdır; çünkü kapitalizmin veya emperyalizmin ürünü değildir. Cinsiyete dayalı iş bölümü ve kadınların ikinci cins konumu kapitalizmden çok önceye ataerkil sisteme dayanmaktadır. Ataerki bin yıllar önce var olan cinsler arası bir ezme ve ezilme ilişkisine dayandığı için gelişen her yeni ekonomik ve toplumsal sistemle bir uyum sağlayabilmiştir. Bu kadar eski ve köklü bir sistemin kendini diğer ekonomik ve toplumsal sistemlerle yenilemesi ve derinleştirmesiyle, kadının “ikinci cins” konumu ebedi ve ezeli bir duruma sürüklenmiştir. 

Ataerki; kadının kendisini, üretme ve üreme yeteneğini erkeğin denetlemesi ile güç bulur.

Fakat ataerki ne kadar kapitalizm öncesine dayanıyor olsa da kadın ezilmişliği kapitalizmle birlikte başka bir boyut kazanmıştır. Kapitalizmle birlikte, aile içinde kadınların ve çocukların babanın çıkarlarından bağımsız bireysel çıkarları olduğu anlayışı gelişmiştir. Feodal sistem yerini yavaş yavaş kapitalist sisteme bırakırken insanlar üzerindeki mülkiyet anlayışı da kendini yitirir duruma geldi. Başka insanları sahiplenmenin adalete aykırı olduğu düşüncesi yaygınlaşırken bir kadının bir erkeğe ait olması fikri nasıl sabit kalabilirdi?

Kapitalist üretim biçiminin ilk zamanlarından sonra ev ve iş arasındaki kopma derinleşmiştir. İş gücü ihtiyacı arttıkça sadece erkeklerin değil, kadınlarında meta üretim ilişkileri içerisine dâhil edilmesinin önü açılmıştır. 

Ama “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarı ile yola çıkılan burjuva devrimlerinde görülmüştür ki kardeşlik sadece erkek kardeşliği, eşitlik ve özgürlük sadece erkekler içindir. Kapitalizm ataerkilliği kendisi aşındırmış olmasına rağmen kadınları bağımlı tutmayı sürdürmüştür. Bunun en büyük sebebi kadın fabrikalara girdikten sonra “ev içi emeği” üzerindeki denetimin aşınmasıdır. Bu yüzden erkeği “asıl iş gücü” kadını “yedek iş gücü” olarak kabul etmiş, asla eşit koşullarda sömürmemiştir. 

Ataerkinin yarattığı cinsiyetçi iş bölümünden faydalanmakla kalmamış, kadın bedenini de metalaştırarak kendisine yeni sektörler yaratmıştır. Cinsiyetçi iş bölümünü derinleştirmiş ve yaygınlaştırmış, kadın üzerindeki sömürüyü katmerleştirmiş ve ataerkiye sadık kalmıştır. İlk zamanlardaki çıkar çatışması bir ortaklaşmaya dönüşerek birbirini bütünlemiştir.

İşte sosyalist feminizm, kadını ezen ve sömüren sistemi, “ataerkil kapitalizm” olarak tariflediği için diğer feminizmlerden ayrışır. Ne radikal feminizm gibi kapitalizmi görünmez kılıp ataerkinin varlığı ve tarifiyle yetinen bir tarifleme yapar ne de Marksist feminizm gibi kadının ezilmişliğini ekonomik temelli ele alan kapitalist sömürü tarifiyle sınırlı kalır. Kısacası, sosyalist feminizm kadının konumunu açıklamak için radikal feminizm gibi sadece cinsiyet ilişkilerine odaklanmaz. Kadınların sınıfsal ve ekonomik koşullarını, yeniden üretim ve üretimdeki konumlarını Marksist literatürden ve kavramlardan yola çıkarak açıklar ve onu da kadının ezilmişliğine dair çözümlemesine dâhil etmeye çabalar. 

“Sosyalist feminizm, kadının toplumsal konumunu Marksist kuramın kapitalizm eleştirisi ve radikal feminizmin ataerkil yapıya bakış açısını açıklamaya çalışırken farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Bu tartışmaların odağında ise kadının görünmeyen ‘ev emeği’ yatmaktadır. (…) Ancak, kuramın temel görüşü kapitalizm ve ataerkil yapının kadının emeğini kendine yarar sağlayacak şekilde sömürmesidir.” (Özdemir, 2017:403)

Young (1986), kapitalist sistemin, temelinde ataerkil olduğu için kadınların baskı altında olduğunu ve bugüne kadar böyle devam ettiğini belirtmektedir. Bu nedenle kadınların emeği marjinalleştirilmiş ve değersizleştirilmiştir. Kapitalist ataerkil yapı içinde kadın, bir tarafta sınıf temelli sömürülürken diğer tarafta ataerkil yapı tarafından baskı altında tutulmaktadır. Bu nedenle sosyalist feminizme göre ataerkil yapı ve kapitalizm ne birbirinden ayrı ne de birbirinden farklı sistemlerdir. İkisi de birbirini karşılıklı olarak tamamlamaktadırlar. Bu sistemde kadınların emeği ev içinde, ücretli işçi ve tüketici olarak kapitalist sınıf ilişkilerinin ekonomik gerçekliği tarafından sömürülmektedir.

“Sosyalist feminizm, Marksizmle feminizmin yaratıcı bir sentezini üretme çabasının ürünüdür. Diğer bir deyişle, kadınların ezilmesini, Marksist kapitalizm eleştirisi ile erkek egemenliğinin feminist eleştirisini ‘birleştiren’ bir yaklaşımla açıklamayı hedefler.” 

Sosyalist feminizm kendi içerisinde birçok farklı yaklaşım taşımasına rağmen “Ataerkil Kapitalizm” tanımında ortaklaşır ve bu ikili sistemi kadının ezilmişliğinin sebebi olarak sabitler. Dolayısıyla feminist mücadelenin anti kapitalist olmak zorunda olduğunu ama bunun yetmeyeceğini, bir gelecek tasavvuru yapılacaksa kadınların emekleri ve bedenleri üzerindeki tahakküm biçimlerinin tanımlanmasından yola çıkar ve sosyalist toplumların kadın kurtuluş mücadelesinde bir ön koşul olduğunu savunur. Fakat tek başına yeterli olmayacağını da.

Sınıfsal, cinsel ve ırksal her türlü ayrımcılık “proletaryanın da proleteri” kadınlar için katlanılmaz boyutlardadır. Bu yüzden yalnızca kadınlara uygulanan baskıyla sınırlı bir feminist hareket kendi içine kapanarak sömürüye ve emperyalizme son veremez. Öte yandan, kapitalist düzende kadınlarla erkeklerin eşit olmaları için ev ve iş hayatında yapılacak değişiklikler o kadar köklüdür ki kapitalizm var olduğu sürece bu mümkün değildir. 

Bu yüzden sosyalizm; sınıfsız, sömürüsüz, bir dünya için olması gereken iken kadın ve erkeğin eşit olduğu, cinsiyetsiz bir dünya için sadece bir ön koşuldur. Nasıl ki sadece feminizm sömürü ilişkilerini ortadan kaldırabilecek bir mücadele aracı değilse sosyalizm de tek başına kadın-erkek eşitliğini sağlayabilecek, cinsiyetçi iş bölümünü ortadan kaldırabilecek bir sistem değildir. Ayrıca “kadın-erkek sorunu” sosyalizme ertelenemeyecek kadar da acil bir sorundur. Dolayısıyla sosyalist feminizm, feminizmin sınırlarını sosyalizme doğru genişletir; iki mücadeleyi birbirine indirgemez. 

Kararlar

Mor Dayanışma, feminizmi kadın kurtuluş mücadelesinin ideolojisi olarak savunur. Kadın kurtuluş mücadelesinde karşıt iktidar alanı olarak patriyarkal kapitalizmi tarifler. Bu yüzden de feminist mücadelenin antikapitalist olması gerektiğini savunur.

Mor Dayanışma, feminizmin gelecek tasavvurunun tek başına yeterli olmadığını, kadınlar ve bütün insanlık için eşitlikçi, özgürlükçü bir toplumsal yapının sosyalizmde mümkün olduğunu fakat kadın kurtuluş mücadelesi için Sosyalizmin de tek başına yeterli olmadığını ancak bir ön koşul olabileceğini savunur. 

Mor Dayanışma, kadın kurtuluşu için verdiği mücadeleyi Sosyalist Feminist ideolojiyle tarifler. Diğer feminizmleri karşısına almaz, feminizme ayrıştırıcı değil bütünlüklü bir yaklaşımı benimser.

Kaynakça

Acker, J. (2001, Ekim). Response to Acker and Eisenstein. Monthly Review (52:5).

Berger, J. ( 2016). Görme Biçimleri. (Y. Salman, Çev.) İstanbul: Metis Yayıncılık.

Binark, M. (1992). İletişim Araştırmalarında Kadın Müdahalesi. A.Ü. İletişim Fakültesi , s. 61-78.

Biz Sosyalist Feministiz (1988), Sosyalist Feminist Kaktüs Dergisi, Sayı 1, sf 7-16.

Bourdieu, P. (2018). Eril Tahakküm. (B. Yılmaz, Çev.) İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

Çınar, M. (2019). Feminizm Yüzünü Sınıfa Dönüyor. Feminerva , 6-7.

Federici, S. (2018). Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar. (B. Tanrısever, Çev.) İstanbul: Otonom Yayıncılık.

Fraser, N. (2019, Ekim 5). Tüm kadınları özgürleştirmeyi amaçlayan bir feminizm anti-kapitalist olmak zorunda. (J. Mag, Röportajı Yapan, E. Güngör, Düzenleyen, & E. Güngör, Çevirmen)

Hartmann, H. (1992). Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği. (G. Aygen, Çev.) Ankara: Agora.

Jazayeri, M. (2015). Devrim. S. Mojab içinde, Marksizm ve Feminizm (F. Hülagü, Çev., s. 384-414). İstanbul: Yordam Kitap.

MacKinnon, C. A. (2015). Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru. (T. Yöney, & S. Yücesoy, Çev.) İstanbul: Metis Kitap.

Millett, K. (1987). Cinsel Politika. İstanbul: Payel Yayınları.

Mojab, S. (2015). Giriş: Marksizm ve Feminizm. S. Mojab içinde, Marksizm ve Feminizm (F. Hülagü, Çev., s. 11-46). İstanbul: Yordam Kitap.

Oakley, A. (1972). Sex, Gender and Society. New York: Pantheon.

Osman, H. (2013). Türkiye’de Sosyalist Feminizme Kaktüs’ten Bakmak. Praksis , 19-43.

Ramazanoğlu, C. (1998). Feminizm ve Ezilmenin Çelişkileri. (M. Bayatlı, Çev.) İstanbul: Pencere.

Rowbotham, S. (2000). Kadın Bilinci, Erkek Dünyası. (Ş. Alpagut, Çev.) İstanbul: Payel Yayınları.

Rowbotham, S., Segal, L., & Wainwright, H. (1984). Feminizm, Sosyalizm ve Eylemde Birlik. (E. Ç. Özgül, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

Sangari, K. (2015). Ataerki/Ataerkleri. S. Mojab içinde, Marksizm ve Feminizm (s. 325-360). İstanbul: Yordam Kitap.

Savran, G. A. (2008). Sosyalist Feminizm Kurtuluş Perspektifimizin Neresinde Duruyor? Sosyalist Feminist Kolektif

Savran, G. A. (2004). Beden Emek Tarih. İstanbul: Kanat Kitap.

Savran, G. A. (2019, Şubat 9). Erkeklik krizi yok, patriarka hâlâ çok güçlü. (İ. Aktan, Röportajı Yapan) Gazete Duvar.

Savran, G. A. (2011). Feminizmin Politik Öznesinde Kimler Var? Feminist Politika (9).

Savran, G. A. (2011). İstanbul – Amargi Feminizm Tartışmaları. (E. Özdemir, & S. Bayraktar, Dü) İstanbul: Amargi Yayınevi.

Yaman, M. (2018, Kasım 19). Etnoloji Defterleri – Marx’ın kadınların ezilmesine ve özgürlük mücadelesine dair açtığı yeni ufuklar Çatlak Zemin

Yaman, M.(2012). Ataerki: Bir Kavramın Yeniden İnşası: “Eski” Ataerki’den Ataerkil Kapitalizme. Eğitim Bilim Toplum Dergisi (38).


TR